Doğayla barışmak zorundayız
Glasgow İklim Zirvesi bir hafta içinde başladığında, gözler dünya liderlerinin karbon emisyonlarını azaltmak ve iklim değişikliği programını finanse etmek için bulunacakları yeni taahhütlere odaklanacak.
Ancak tüm bu önlemler, sorunlara geçici çözüm üretmekle sınırlı kalarak doğal kaynakların tükenmesi gibi sorunlara kalıcı bir çözüm bulmakta yetersiz kalıyor kanaatimce.
Bu nedenle, iklim, biyoçeşitlilik ve kirlilik sorunlarına yönelik herhangi bir radikal çözüm, insan ile doğa arasında bir "barış anlaşmasına" dayalı olmak zorundadır. Daha açık bir ifadeyle, kalkınma ve çevre arasında gerçek bir denge kurulması şarttır.
1970 yılından itibaren, tüketim hacminin doğanın yenileme kapasitesini aşmaya başlamasıyla, dünya kaynakları yetersiz hale gelmiştir.
Durum son elli yılda daha da kötüleşti. Bu yüzden insanların temel ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve atıklarını gömebilmesi için dünya topraklarının yüzde 70’i kadar ek topraklara ihtiyaç duyması kaçınılmaz.
Arap ülkelerinin durumu, dünyanın diğer ülkelerinden farklı değildir. Arap Çevre ve Kalkınma Forumu (AFED) tarafından Küresel Ekolojik Ayak İzi Ağı ile birlikte yürütülen bir araştırma, Arap ülkelerinin, doğanın ürün ve hizmetlerine olan talebinin, bu ülkelerdeki doğal sistemlerin sağlayabileceği yenilenebilir kaynakların iki katından fazla olduğunu açıkladı.
Bazıları bunu abartılı bulabilir. Peki, yaşam, Dünya'nın kırmızı çizgi diyebileceğimiz dayanma çizgisini geçtikten 50 yıl sonra nasıl devam edecek?
Cevap şu ki, bugün tanık olduğumuz afetler, bu israfın ilk sonuçlarından olup, İnsanlık, kaynakları yenileme ve kapasitesini genişletme yeteneğinin ötesinde doğadan borçlanmaya bağımlı hale geldi. Üstelik bu bir nevi gelecek nesillerin haklarını gasp eylemi sayılmaktadır. Dolayısıyla yeni nesillere kadar uzanacak borcun ödeneceği gün mutlaka gelip çatacaktır.
Ülkeler ekonomik manevralar, bankacılık mühendisliği ve daha fazla kağıt basma gibi çeşitli yollarla finansal borçlarını onlarca yıl erteliyor olabilirler, peki, yanlış politikaları nedeniyle doğanın iflasını gizlemek için, hava, su ya da toz basabilirler mi? Bunun mümkün olamayacağını herkes bilir.
Dünya, yaşamı destekleme, kaynakları güvence altına alma ve atıkları gömme yeteneğini korumalıdır. Çünkü son elli yılda dünya ekonomisi yaklaşık beş kat büyürken, ticaret hacmi üç kat arttı.
Dünya nüfusu ikiye katlanarak yaklaşık 8 milyara ulaşırken, yoksulların sayısı 1,3 milyar, aç kalanların sayısı ise 700 milyonu aşmış bulunmaktadır.
Aynı dönemde, karada ve denizde çeşitli kirli atıklarla birlikte atmosfere verilen zehirli ve zararlı gaz emisyon hacminin defalarca katlandığı tespit edilmiştir. Bunun yanı sıra kara alanlarının ve doğal kaynakların kullanımı üç kat artmıştır.
Ancak resim tamamen karanlık değildir. Değişme ihtimali hala vardır. Son yıllarda, geldiğimiz bu durumdan kurtulmak için sürdürülebilir ekonomik ve finansal sistemlerin geliştirilmesi ve sağlıklı gıdayı teşvik etme, suyu iyileştirme eğilimi gibi bazı girişimlerin başlatılmasına tanık oluyoruz.
2050 yılına kadar emisyonları durdurmak, atık sorununu iyileştirmek için geri dönüşüm prensiplerini benimseyen girişimler, daha fazla sürdürülebilir yollarla karaları ve okyanusları korumayı hedeflemiştir. Ancak bu girişimler, doğanın çok hızlı bozulması karşısında yavaş ve zayıf kalmaktadır.
Hammaddelerin çıkarılması ve enerji üretimi 50 yılda üç kat arttı. Doğayı etkileyen insan faaliyeti, karanın dörtte üçünü ve okyanusların üçte ikisini kapsayacak şekilde genişledi. Kara toprak kullanımıyla ilgili faaliyetler, bugünün iklim değişikliğinin yüzde 25'inden sorumlu tutulmaktadır. 2050 yılına kadar toprakların sadece %10'unun doğal kalmasıyla durumun daha da kötüleşeceği öngörülmektedir.
8 milyon bitki ve hayvan türünden 7 milyonunun giderek tükenmesiyle biyoçeşitliliğin durumu endişe verici ve hızlı bir şekilde kötüye gitmektedir. Bunun nedeni ise, kalkınmayı hızlandırma ve insan ihtiyaçlarını karşılama bahanesiyle insanın kontrolsüz tavır ve davranışlarıdır.
Ancak türlerin tükenmesi, karaların ve okyanusların bozulması, doğanın sunduğu hizmetlerin azalması da insan yaşam kalitesini etkileyen faktörlerdir. Toprağın durumunun kötüleşmesi tek başına 3 milyardan fazla insanın yaşamını olumsuz etkilemiştir.
Birleşmiş Milletler Çevre Programı "UNEP" tarafından yakın zamanda yapılan bir incelemede, biyoçeşitliliği korumak için otuz yıl önce üzerinde anlaşmaya varılan 11 hedeften herhangi birinin gerçekleştirilemediğini göstermiştir.
Bu hedeflerin çoğu, doğal yaşam alanlarının, ormanların, tarımın, balıkçılığın ve mercan resiflerinin kaybı gibi iklim değişikliğinin azaltılmasına bağlı bulunmaktadır.
İnsan ve doğa arasındaki ilişkiyi değiştirmek, sürdürülebilir bir gelecek inşa etmenin anahtarıdır. Fakat bu dönüşüm, teknolojik, ekonomik ve sosyal sistemlerde köklü bir değişimi ve kaynakların tükenmesini kabul edilebilir bir davranış olarak gören yaygın tüketim alışkanlıklarının değiştirilmesini gerektirmektedir. Buna karşı bazı insanlar, toplumun doğal dengesini bozan bir takım tüketim davranışlarına kısıtlama getirilmesini kişisel özgürlüklere bir saldırı olarak görmektedir.
Doğanın dengesini korumanın önemi, insan yaşamı için sürdürülebilir üretim kaynakları sağlamakla sınırlı kalmayıp, sağlığı korumanın da ötesine geçmektedir. Nitekim yeni bulaşıcı hastalıkların %75'inin hayvanlardan kaynaklandığı ve hayvanlarda ortaya çıkabilecek 700.000 virüsün (salgın hastalıkların) insanlık için bir tehdit oluşturabileceği olasılığı insanlığı endişelendirmektedir.
Bu nedenle "Corona" gibi ölümcül bulaşıcı virüslerin riskleri, doğal yaşam alanlarının ihlali sınırlandırılarak insan faaliyetleri ile vahşi yaşamın gelişigüzel karıştırılmasına kısıtlamalar getirilerek azaltılabilir.
Teknolojinin tüm hatalarımızı ve günahlarımızı çözebileceği konusunda kendimizi kandırmaktan vazgeçmeliyiz. Doğayla barış içinde yaşamayı kabul etmeden çevre, kalkınma ve iklim sorunlarına kesin çözümler aramak faydasızdır.