Yaşlanan Devrim, Nefes Alarak Hayatta Kalan Rejim
İran rejimi, halkın artan özgürlük taleplerine karşı ideolojik çizgisini korumaya çalışırken temkinli bir yumuşama sürecine girdi. Yönetim, toplumsal tepkileri bastırmak yerine denge arayışına yöneliyor.
İran rejimi halkın öfkesini mi yönetiyor, yoksa kendi devriminden mi uzaklaşıyor?
Yusra Adil, Al-Nahar gazetesinde bugün yayımlanan köşe yazısında, İran’daki rejimin iç dönüşümünü ve halkla ilişkilerinde izlediği temkinli denge politikasını değerlendirdi. Adil, “İran artık sadece düşmanlarıyla değil, kendi aynasıyla da yüzleşiyor” diyerek, rejimin varlığını koruma refleksinin devrimci ideallerden uzaklaştığını vurguladı.

Yusra Adil’in Al-Nahar gazetesinde yayımlanan makalesi şöyle:
Tahran sokaklarında artık başörtüsünün altından taşan bir tutam saçı ya da İran ezgileri eşliğinde dans eden gençleri arayan polis devriyeleri yok.
Şehrin sesi değişti; korku azaldı, gürültü arttı.
Sanki şehir, geçmişe bağlı kalmakta direnen ama artık nefes almakta zorlanan bir rejimin sabrını sınıyormuş gibi.
Kadınların başörtüsü, toplumsal karışım, kamusal alanda dans etmek ya da kadınların sigara içmesi… bunların hiçbiri artık eskisi gibi dokunulmaz “kırmızı çizgiler” değil.
Sosyal medyada paylaşılan videolar, yeni bir gerçeği gösteriyor: rejim bazı şeylere göz yumuyor — çünkü daha özgürlükçü değil, daha temkinli hale geldi.
Son İsrail saldırılarından sonra Tahran, kritik bir farkındalığa ulaştı:
Bir sonraki savaş çıkarsa, bu Tel Aviv veya Washington’la değil, kendi halkıyla olacak.
Bu yüzden sistem, “devrim sembollerini” yavaş yavaş gevşetiyor;
çünkü bir adım geri çekilmek, uçuruma itilmeye tercih ediliyor.
Ama şu sorular kaçınılmaz: Batı bir kez daha İran’ı yanlış mı okudu?
Yoksa İran, Batı’nın dilini Batı’dan daha mı iyi anlıyor?
Batı’nın Devrimle İmtihanı
1970’lerin sonlarında Tahran protestolarla sarsıldığında, Batılı başkentler hâlâ Şah’ın devrilemeyeceğine inanıyordu.
Demir yumrukla yürütülen modernleşme ve petrol zenginliğinin halkın öfkesini bastırmaya yeteceğini düşündüler.
Ama rejim bir anda çöktü ve İran devrimi, Batı’nın sayılarla ölçmeye çalıştığı toplumların aslında duygularla ve tarihsel hafızayla hareket ettiğini gösterdi.
Yaklaşık on yıl sonra, bu kez farklı bir şekilde aynı hata tekrarlandı.
Batı, Saddam Hüseyin’in ordusuyla Humeyni’nin genç cumhuriyetini devireceğini sandı.
Ancak sekiz yıl süren savaş, rejimi yıkmadı; aksine onu çelikleştirdi.
İran o savaştan daha kapalı ama daha dirençli bir rejimle çıktı.
Siyasetle dini, mağduriyetle gücü birleştiren bir ideolojik yapıya dönüştü.
Bugün, kırk yıl sonra Binyamin Netanyahu aynı kumarı oynuyor.
İsrail’in İran’a yönelik saldırılarında, patlamaların içeride bir ayaklanma başlatacağını düşündü.
Ama tıpkı selefleri gibi, yanıldı.
Çünkü İran rejimi, sadece gücüyle değil, her kuşatma altında yeniden şekillenebilme becerisiyle varlığını sürdürüyor.
İç Tehlike Dış Düşmandan Daha Büyük
Tahran artık asıl tehdidin dışarıda değil içeride olduğunu anladı.
Bu nedenle devlet, ordu ve ideoloji arasında hassas bir denge kurdu.
Devrim Muhafızları ve Besic güçleri, olası bir darbe ya da iç isyanı önleyecek koruma duvarı olarak konumlandırıldı.
Bugün de aynı denge korunarak, toplum üzerindeki baskılar kademeli biçimde hafifletiliyor.
Bu, rejimin zayıfladığından değil; öfkenin patlamadan yönlendirilmesi gerektiğini fark etmesinden kaynaklanıyor.
İran, şimdi İslamî pragmatizm olarak tanımlanabilecek bir çizgiye ilerliyor — tıpkı Çin’in komünizmi dönüştürerek yaptığı gibi:
Semboller korunuyor, ama içerik değişiyor.
Rejim devrimin dilini kullanarak devlet aklını meşrulaştırıyor.
Biraz nefes aldırıyor, çünkü artık boğulma noktasına geldiğini biliyor.
Bir zamanlar “devrim adına” yöneten sistem, bugün sadece hayatta kalmak adına yönetiyor.
Devrimin Kendi Aynasındaki İran
Bugünün İran’ı keskin bir paradoks yaşıyor:
Meşruiyetini korumak için toplumsal baskıyı azaltıyor, patlamayı ertelemek için halkla uzlaşıyor.
Ama tam da bu esneklik, rejimin aslında içten içe yaşlandığının itirafı.
Bir zamanlar sokakları dolduran o devrimci ruh, artık sonsuzluğunu sürdürme çabası içinde kendi enerjisini tüketti.
Anlamını yitiren sembollerle korkusunu kaybeden halk arasında, İran yeni bir evreye giriyor.
Bu evre belki rejimi yıkmayacak, ama ona dokunulmazlık zırhını kaybettirecek.
1979’dan bu yana ilk kez İran, “ilham veren bir devrim” değil, sadece nefes alarak hayatta kalan bir devlet olarak görünüyor.
Ve tarihin her yaşlanan devrime sorduğu o kaçınılmaz soru bir kez daha gündemde:
Rejim, zamanı uzatmak için inançlarından daha fazla mı ödün verecek?
Yoksa dış güçler — Washington’un yumuşak diplomasisi ya da Tel Aviv’in sert stratejisiyle — İran’ın bu çözülme sürecini ondan önce mi tamamlayacak?
Çünkü İran bugün sadece düşmanlarıyla değil, kendi aynasıyla da yüzleşiyor:
Her adımında esneklik, devrimden uzaklaştığını;
her geçmişe tutunuşu ise, artık olmak istediği devlet olamadığını gösteriyor.