Akdoğan Özkan : Akıl ve cesareti ‘sol’ bir programla birleştirebilme becerisi gerekiyor!
T24 Yazarı Akdoğan Özkan, Türkiye’de sol kelimesinin partilerin sadece adlarında olduğu ifade ederek, ümitlenmek için, akıl, çeviklik ve cesareti ‘sol’ bir programla birleştirebilme becerisinin yeterli olacağını değerlendirdi.
Akdoğan Özkan, T24 internet sitesinde yayınlanan yazısında Türkiye ve dünyada Sol’un gündemini değerlendirdi.
Muhalefetin “Türkiye'nin içinde yer aldığı coğrafyayı, ittifak sistemlerini ve dünyayı ne gibi gelişmeler, riskler ve fırsatlar bekliyor konusuna önem veren ve oradaki tahlillerinden hareketle uluslararası ilişkiler stratejisi geliştiren” bir modeli uygulaması gerektiğini vurgulayan Özkan, "Toplum otoriter bir yönetimi seçimle ardında bıraksa yetecek, gerisi kendiliğinden gelecek," havası seziliyor.” değerlendirmesinde bulundu.
T24 Yazarı Akdoğan Özkan, yazısında şu değerlendirmelerde bulundu:
Uluslararası ilişkiler sahasındaki manzara ne kadar ürkütücü görünürse görünsün, akıl, çeviklik ve cesareti Sol bir programla birleştirebilme becerisi ümitlenmek için yeterli olabilecek. Peki ama nasıl?
1995-1998 arasında Singapur'un BM Daimî Temsilcisi olarak da görev yapan emekli diplomat ve akademisyen Bilahari Kausikan, Amerikan dış politika çevrelerinin saygın kabul edilen yayınlarından Foreign Affairs dergisinde zaman zaman zaman önemli makaleler kaleme alan bir isim. Okuyanlar hatırlayacaktır, özellikle Güney-Doğu Asya'yı nasıl düşünmemiz gerektiği konusunda dikkate değer yayınları olan Singapurlu deneyimli diplomatın ABD – Çin ihtilafı konusunda kaleme aldığı zihin açıcı, önemli makaleleri de var. Fikirlerim birçok noktada uyuşmasa da yazdıklarını önemli bulur, değer veririm. Onun Foreign Affairs'de 11 Nisan'da yayımlanan ve dünyanın tarihsel "normale" dönmekte olduğunu ileri süren "Navigating the New Age of Great-Power Competition" başlıklı yazısını da aynı şekilde önemli buldum.
Ona göre "norm," çatışmalar ve savaşlarla da dolu bir rekabet idi ve dünya geçici parantezini kapatarak yeniden "normuna," yani "normale" dönüyordu. ABD ile Çin gibi iki büyük güç arasında yaşanan ve silahlı ihtilafa dönüşme endişesi de veren rekabetin giderek sertleşeceğini öngören Kausikan, "Çağdaş uluslararası ilişkiler manzarası ne kadar ürkütücü görünse de ülkelerin bunun aslında ‘tarihsel norma dönüşü' temsil ettiğini hatırlamaları yerinde olacaktır," diyordu. Deneyimli diplomat, siyasi gözlemcilerin dünyanın yeniden hasmane bloklara ayrılacağı ve jeopolitiğin sıfır toplamlı bir oyuna dönüşeceği yolundaki kaygılarına da aynı yazı içinde yer veriyordu.
Denge, akıl ve çeviklikle gelen fırsatlar
Ancak Kausikan'a göre, büyük güçler arasında bu seferki rekabet daha çetrefil bir yapıda ve "21. yüzyıl rekabetinin karmaşıklığı, devletlere Soğuk Savaş sırasındaki ABD-Sovyetler Birliği rekabetinden daha fazla manevra alanı sağlıyor." Tabii ülkelerin önlerine çıkacak fırsatları kucaklayabilmeleri için akıl, çeviklik ve cesarete sahip olmaları gerekiyor. Zira ilişkilerinde Çin ve ABD arasında bir denge tutturmaları, her ikisiyle de etkili bir şekilde başa çıkmaları şart olacak. Çoğu ülke, kendi özel şartlarının içerdiği kısıtlamalar dahilinde, özerk konumlarını en üst düzeye çıkarma çabası içinde olacak. Tüm alanlarda tüm çıkarlarını tek bir yönde hizalamak istemeyen ve farklı alanlardaki farklı çıkarlarını en avantajlı doğrultularda kullanmak isteyen ülkeler, zaman zaman tercihlerini iki büyük güçle sınırlı tutmayacak, bir dizi başka aktörle işbirliği ve ittifak arayışına da girecek.
Peki Türkiye'de var mı böyle kurumsal beceriler?
Bu köşede uzun bir zamandır dünyanın ufkunun yeniden kararmakta olduğunun sinyallerini veren farklı coğrafyalardaki gelişmeleri bütüncül bir yaklaşımla aktarmaya çalışıyorum. Gördüğüm o ki, Türkiye'de devlet organlarını düzenleme, şekillendirme ve yönetme imkanlarına sahip olan iktidar, belki bu avantajın da katkısıyla söz konusu ufkun almakta olduğu şekle ve gerektirdiklerine dair muhalefetten daha fazla bilgi, deneyim ve sezgi sahibi. (O bilgiyi nasıl bir performansla değerlendiriyor, o ayrı konu tabii.)
Muhalefetin ümit ufku
Muhalefet bütün odağını ve enerjisini – o da son dönemde- devleti mevcut iktidardan daha iyi yöneteceğine ve vatandaşına kesenin ağzını daha fazla nasıl açacağına yönelik söylem üretmeye teksif etmiş durumda. Çok yanlış da sayılmaz. Türkiye burası. İnsanlara şu noktada biraz umut verebilmek, düş kurdurabilmek için bu kadarı bile yetebiliyor. Gerisi, "Biz liberal kapitalizmi mevcut iktidardan daha iyi içeriklendirip uygulayabiliriz" olsa da oraya pek takılan olmuyor.
Ancak hal böyle olunca, Türkiye'nin içinde yer aldığı coğrafyayı, ittifak sistemlerini ve dünyayı ne gibi gelişmeler, riskler ve fırsatlar bekliyor konusuna önem veren ve oradaki tahlillerinden hareketle uluslararası ilişkiler stratejisi geliştiren bir yaklaşım içinde görülmüyor muhalefet. Yeni dönemin karakteri ve özerk konumlanma ihtiyacı tam anlaşılmayınca, bu sefer eski ezberler devreye sokuluyor. Muhalefetin zaten küçük bir parçası gibi görülen Sol parti ve yapılarda da durum çok farklı değil. Biraz da medya ilgisine bu kez biraz daha fazla mazhar oldukları için olsa gerek, o ilgiyi daha yığınsal bir desteğe dönüştürmede kullanma gayreti öncelikli bir hale geçmiş görünüyor. Yakıcı iç meseleler üzerine diğer aktörlerden elbette daha sağlam argümanları var Sol'un ve bunları daha manifestatif ve inandırıcı tarzda dile getirebiliyorlar. Ancak ötesi pek seçilmiyor. "Toplum otoriter bir yönetimi seçimle ardında bıraksa yetecek, gerisi kendiliğinden gelecek," havası seziliyor. NATO'nun genişlemesine destek verip vermemek oylanırken kendilerini pekâlâ oylamanın dışında bırakabiliyorlar. Böyle olunca, "hayır deyip şu aşamada Batı'yı da karşımıza almaya hiç gerek yok," diye düşünüyorlarmış hissine kapılıyorsunuz.
Sol gündemin soruları
Sol bir gündemi, sol bir programı görmek güçleşiyor bu durumda da tabii. Bazı partilerin "sol" zaten sadece adlarında var. Oysa Sol deyince hem dünyayı tahlilde hem de ülke içindeki toplumsal formasyonların ve hegemonya mücadelesinin analizinde olgun bir kavrayış anlamamız gerekiyor. Mesela, şu soruların temel dert edinilmesi gerekiyor:
Bagajına ezan ve bayrağı aldığı için toplumsal dokuyu derin bir şekilde tahrip eden neoliberal politikalara kolayca rıza üreterek gemisini yürüten "hard kapitalizmin" büyük kutsiyet atfettiği değerler dışında bir şeyler etrafında örgütlemek mümkün mü müşterek yaşamı?
Liberal kapitalizm "tarihin sonu" değilse, üretim hangi eksende örgütlenecek?
En az onlar kadar önemli olan, Fransız filozof Alain Badiou'nun "Batı'ya duyulan arzu" dediği sübjektif kuvvetin yerine daha fazla çağırıcı güce sahip yeni bir arzu, yeni tip bir modernite şiddete başvurmadan yaratılabilir mi?
Sol partiler bu yolda ne yapacak? Bunun programı nasıl olacak?
Kimi istisnalar dışında, Sol'da 14 Mayıs seçimleri öncesinde bu sorulara ve cevaplarına özel bir vurgu yapıldığını göremiyoruz.
Çağdaş Marksist düşünürler içinde tarihe sordukları soruları ve verdikleri cevaplarıyla en fazla zihin açıcı bulduğum isimlerden biri (Terry Eagleton ise diğeri) de Alain Badiou. Badiou, "Les Possibles Matins de la Politique" adlı ve geçen yıl "A New Dawn for Politics" başlığıyla İngilizceye çevrilen kitabında, özgürleşme siyaseti gütme çabasındaki sol hareket ve yapıların içermesi gereken stratejik fikirleri berrak bir şekilde ortaya koyuyordu. "A New Dawn for Politics," Badiou'nun son dönemde verdiği en kıymetli ve özlü eserlerden biri, kanımca. İster kendisine "demokratik Sol" desin, ister "yeşil Sol," ister düz "Sol" olsun, kendi ufkuna hakiki bir özgürleşme siyaseti yerleştirmek isteyen ve "Batı'ya duyulan arzu"ya (ve yalandan o arzuyla hesaplaşıyormuş gibi yapanlara) karşı çıkmayı da mümkün kılacak "yeni bir arzuyu" destekleyen tüm sosyalist hareket ve oluşumlar için çok önemli önermeler içeriyor kitap. Sosyalizmin yitirdiği cazibesinin özünü yeniden ve berrak biçimde kavrayan ve özgürleşme siyasetinin istikametini yeniden tarif eden kıymetli önermeler bunlar. Hem de Badiou'nun 2016-2020 arasında çeşitli yerlerde yaptığı konuşmaların ve yazdığı metinlerin derlemesi olarak oluşturulmuş, hepi topu 146 sayfalık bir çalışmanın iki sayfasına(*) sığmış durumda. Bugün Türkiye'deki Sol parti ve hareketlerin bu tip stratejik önermeleri toplumun gündemine taşımak gibi bir arzu içinde olduklarını görmeye şiddetle ihtiyacımız var.
Badiou'da Sol'un stratejik önermeleri
Badiou'nun liberal kapitalizm ile hangi temelde hesaplaşılabileceğini ve toplumsal yaşamda nelerin mümkün olduğunu ortaya koyan o önermelerini burada özetle hatırlatalım:
Toplumsal yaşamı özel mülkiyet ve kâr dışında bir şey etrafında örgütlemek mümkündür.
Toplumsal yaşamı üretimde uzmanlaşma ve iş bölümü dışında bir şey etrafında -hem de Marx'ın polimorfik emek dediği çağa girmişken- örgütlemek mümkündür.
Toplumsal yaşamı milliyet, din, mezhep, gelenek ve görenekler gibi kimlik siyasetinin bir parçası olan kapalı kümelere atıfta bulunmadan örgütlemek mümkündür.
Şiddeti tekelinde tutan bir güç olarak devletin yavaş yavaş sönümlendirilmesini yeni bir tahayyülün ufku olarak görmek mümkündür.
Mümkündür… Zira bir yandan uluslararası güç ilişkilerinin çok-merkezli bir hale dönüştüğü, bir yandan da büyük güçlerin yeni paylaşım savaşına hazırlandığı ve giderek kararmakta olan dünya ufkunda sosyalizm dışında insani bir önermeye sahip bir ideoloji yok. Bir savaşla ellerindekinden de olacak emek güçlerini gerçekten barıştan yana ve her türlü kimlik siyasetinden uzak, enternasyonalist saflarda buluşturabilme potansiyeline sahip olan da yine sosyalizm. Neoliberal politikalar gibi "Batı'ya duyulan arzunun" yıkıcılığını şiddet dışı yollarla ifşa edebilen de o.
Dolayısıyla, belki bir hatırlamaya, hatırlatmaya ihtiyacımız vardır. Varsa böyle bir ihtiyaç, o sosyalizmin insanlık için neleri mümkün gördüğünü ve temel önermelerini, "Batı'ya duyulan arzuyu" alt etme ve yeni bir modernite yaratma çabasının kıymetiyle birlikte, Badiou'nun kitabında tafsilatlı bir şekilde okuyabilirsiniz.
Dünya normale (!) dönerken, Türkiye'de Sol'un bu normun dışında bir dünyanın "mümkün" olduğunu hatırlamasının ve hatırlatmasının, ama "bir anlık gaflete" geldiyse de bunu toplumun gündemine almasını ondan bizim talep etmemizin zamanı gelmedi mi?